//-->
Başyaylam
NOT: Bu site www.basyaylahaber.com'a taşındı.

basyaylam | Başyayla

Mert Aslan23


Mert ASLAN

[11 Ağustos 2011 Perşembe]
SENİ ÖLDÜRSEM, BUNA DEĞER MİSİN?
     Bugün dünyanın insanı bunaltan olanca gürültüsü patırtısı içinde bir parça rahatlatıcı olabileceğini düşündüğüm yaşanmış bir öyküyü paylaşmak istedim. Üstelik önemli bir hayat dersi içeriyor.

    Anadolu’nun güney illerinden birinin kırsal kesimindeki ücra bir köyde doğup büyümüş ve kayda değer bir eğitim görmemiş olduğu halde bir çeşit durugörü ile önemli olaylara acil duygusal tepkiler vermemeye sabır göstererek kendine ve başkalarına zaman tanımak gibi bir erdeme sahiplik yapan İshak vatani görevini henüz tamamlamış, memleketine dönmekteydi. Esmerce, kısa boylu ve tıknaz biriydi. Yakışıklı olduğunu söylemek pek doğru olmazdı; fakat çirkin olduğu da söylenemezdi. Vakti gelmeden olgunlaşan meyveler gibiydi. İnsani ilişkilerde genellikle uyumlu bir tutum izlerdi.

    Günlerden perşembeydi. Son görev yeri olan Aydın’dan bir gün önce ikindi sonrasında trene binerek yola çıkmıştı.

    İçinde binlerce hatırası bulunan köyünün topraklarına yeniden ayak basmak, havasını teneffüs etmek harika bir duyguydu. Dönüşü temmuz ayına rastladığı için, iğne yapraklı çam ormanlarının içinden köye çıkarken her bir tarafta öten ağustos böceklerinin sesleri, tüm çocukluk anılarının gözlerinin önünden bir bir geçmesini sağlamıştı. Göğsü ağzından sık sık ve büyük bir sevinçle dökülen “Oh, şükürler olsun!” sesleri ile kabarıyor, taptaze bir neşe ve yepyeni umutlarla coşuyordu. Evine görebilecek kadar yaklaştığında, durdu, bir çamın altına oturup elinde taşımakta olduğu çantasının yan gözlerinden birinden tütün tabakasını çıkardı. Orduya katılmadan birkaç ay öncesinde severek evlendiği ve geçen süre zarfında çok özlediği güzel eşine kavuşacağı için büyük bir heyecan duyuyordu; ama oturup sakin sakin bir sigara içmek kendisini iyi hissetmesini sağlayabilirdi. Ayrıca içini titreten o müthiş heyecanı hemen tüketmek istemiyordu. Sigarasını tellendirirken eşinin maviye çalan güzel gözlerindeki bulutsu bakışları, yaşadıkları mutlu günleri ve en sıcak geceleri hayal etti. Bütün bunlar yüreğini sevinç ve heyecanla doldurduğu halde, eve ulaşmak için acele etmiyordu. Elde ettiğimiz zaman en kısa sürede hoyratça tükettiğimiz mutlulukların başında beklemeyi de bilmek gerekir.

    Son mektubunda her şeyi yazmış olduğu için, eşi Gülay kocasının o gün geleceğini biliyordu.

    Evin önüne gelip eliyle sert bir şekilde kapıyı vurduğunda, açılan kapının aralığında beliren eşinin biraz kilo aldığı belli olan canlı kanlı, ancak beklemediği biçimde soğuk yüz ifadesi ile hafif bir şaşkınlık, hatta bozgun yaşadığı halde, bunu uzun zaman süren ayrılığın ardından ilk karşılaşmada ortaya çıkan bir tür utanma duygusuna yorarak ona hasretle sarıldı. Eşyalarını bir kenara koyarak eşine sarıldı. Sonra birlikte pencere önündeki karyolanın üzerine uzandıklarında, İshak yeniden doğrularak camın perdesini çekti; fakat o anda eşi biyolojik takvimi açısından uygun bir zaman olmadığını ima eden bir iki sözle kendisine yönelen o şiddetli arzuyu savuşturmayı başardı.

    Gece yatağa girdiklerinde doğal olarak eşine en azından sarılıp dokunmak isteyen İshak’ın tüm çabaları alışıldık birtakım bahanelerle geri çevriliyordu. Dediğine göre, karnı ağrıyordu, başı çatlıyordu, midesi bulanıyordu.

    Sorun şuydu ki, Gülay’ın kocasının isteklerine karşı bu umulmadık direnişi adet döneminin bitmesi ile sona ermeyecekti. Böylece, aradan neredeyse iki hafta geçti…

    Zavallı adam o günlerde bir akşamüzeri evinin çardağında oturmuş çayını yudumlayıp dertli dertli sigarasını tüttürdüğü bir sırada bazı işleri için sabahleyin ilçeye gideceğini söylediğinde, birkaç metre ilerisinde çamaşır sermekte olan eşinden aldığı yanıt sessizlik oldu. Bunun üzerine, eşine birkaç saniyeliğine göz ucuyla baktı. Gözlerinin ifadesi, içinde pek iyi duyguların gezinmediğini belli ediyordu.

    Nitekim o gecenin sabahında saat on civarında giyinip tabancasını gizlice beline takmış, evden ayrılıp iki kilometre kadar aşağıdaki karayolu istikametine doğru korulukların içinden yürüyerek gözden kaybolmuştu.

    Aynı gün akşama birkaç saat kalmıştı ki, Gülay sırtına bağladığı bir kilimle evden ayrıldı. Görünüşe bakılırsa, niyeti bir miktar odun toplamaktı. Hızlı hızlı yürüyordu. Arada bir arkasına, sağına, soluna bakarak, kapısı kuzeye bakan evinin yine kuzey batısı yönünde, ancak hemen hemen anayol doğrultusunda koruluklara daldı.

    Aşağıya doğru bir kilometre kadar yol aldıktan sonra kocaman bir karaçamın altındaki bir çalılığın önünde durdu. Durduğu yer, köye gelip gidenlerin genellikle kullandıkları güzergahlara biraz sapa düşen kör bir noktaydı. Sırtından kilimi indirip önündeki çalılığın ağacın koca gövdesine bakan tarafındaki yarım boşluğunun içine doğru süzüldü. Kilimi yere serdikten sonra, bacaklarını karnına doğru, ayaklarını ise hafifçe ileriye uzatıp birleştirecek şekilde oturarak sessizce beklemeye koyuldu.

    Çok geçmeden aşağıda bir yerde ıslık çalıp şarkılar söyleyerek yaklaşmakta olan bir adam belirdi. Kırk yaşlarına yakın, buğday tenli ve iri yarıydı. Düzgün vücudunda hoş olmayan tek görüntü, biraz büyükçe göbeğiydi. Karayolu üzerinde bulunan bir maden ocağında çalışan işçilerdendi.

    Adam doğruca gelip Gülay’ın yanına usulca sokuldu. Sıkıca sarıldılar, bir süre öpüşüp koklaştılar. Sonra giysilerini süratle çıkarıp sağa sola atarak soluk soluğa sevişmeye başladılar. Sıklaşarak artık zorlukla zapt edilen nefesleri, ara sıra delice çığlıklara dönüşüyordu…

    Ne var ki işte tam da bu sırada, en fazla on beş metre kadar doğu taraftaki kocaman bir yeşil ladin ağacının yüksekçe bir dalında başarılı bir şekilde gizlenmiş bir çift göz, önündeki bu çılgın sahneyi acı ve nefretle saniye saniye izlemekteydi. Kocasının gözleri…

    O gün evden ayrıldıktan sonra önce koruluklarda bir keşif gezisi yaptıktan sonra yakınlarda bir yere saklanıp bir süre evi gözetleyen İshak, ikindi üzeri karısının evden çıkması üzerine onu sessizce izlemişti.

    En çok korktuğu ihtimal olarak gözlerinin önünde gerçekleşen bu dehşet verici olayı tüm canlılığı ve ayrıntıları ile izlerken perişan olmuş ruhundan o kadar çok şey geçiyordu ki, kıskançlık ve kinle bilincini yitirerek ağaçtan aşağıya paldır küldür düşeceğini sandığı, hatta elindeki tabancayı üzerlerine doğrultarak iyice nişan aldığı anlar oldu…

    Gelenekler ve duyguları, önündeki manzaradan sonra, onların cesedini de mutlaka görmesi gerektiğini söylüyordu. Aklı ise buna karşı çıkarak şöyle diyordu: “Bunları öldürmek, seni Tanrı ve toplum önünde suçlu kılmaz; ama devletin gözünde bir katil olur, ömrünün geri kalanını hapishanelerde geçirirsin. Kabul ediyorum, seni seven iyi bir kadın, uğrunda ölmeye değer elbette. Peki ya, seninle duygusal bağlarını tümüyle yitirmekle kalmayıp başka bir erkekle yatabilecek kadar alçalmış bir kadın, uğrunda ömrünü zindanlarda çürütmek gibi bir bedeli ödemeye değer mi? Bir kötüden kurtulmak bu kadar pahalı olmamalı, bunun tüm ömrünü feda etmekten daha ucuz yolları olmalıdır? En iyisi, onu salıver gitsin!”

    İshak, öldürmekten vazgeçmişti… O akşam, eşine kayınvalidesini ziyarete gitmek istediğini söyledi. Eşini yanına alarak çıktılar. Eve vardıkları zaman içeri girmedi. Kayın validesine dışarıdan seslendi. Karısı şaşırmış; fakat hala bir şey anlamamıştı. Yaşlı kadın önce camda baktı, sonra merakla dışarıya çıktı. İshak karısının elinden tutup annesinin eline tutuşturarak:

    “Kızınızı geri buyurun. Karnında başkasının çocuğu var.” dedi ve kendine yeni bir yaşam kurmak üzere oradan uzaklaştı. Sahiden de, karısı o gün ayaklaşık üç aylık hamileydi.

    Eğer o gün onları öldürmüş olsaydı, kendi hayatı da imha edilmiş olacaktı; ama doğru çalışan aklına göre ikisi de buna değmezdi…




Bookmark and Share
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol